30 Ekim 2006

Cezanne, Paul

Caravaggio, Michelangelo Merighi da



Milano yakınlarında Caravaggio kasabasında doğmuştur (1573). Ona kısaca Caravaggio denilmesi de bundandır. Babası resim meraklısı bir dülgerdi. ilk resim bilgilerini ondan almış olabilir. 1593'te resim öğrenimi için Roma'ya gider. Orada Michelangelo'nun Pieta'sına hayran kalır. Kimin atölyesinde çalıştığı bilinmemektedir. Roma'dan Venedik'e geçer; Giorgione'nin, Tiziano'nun, Veronese'nin eserlerini inceler. Bu arada maddi sıkıntılar içinde çırpınır. Kardinal de Monte aracılığıyla Roma'daki Fransız Kilisesiiçin S. Matthew'in hayatından alınmış üç sahnenin resmini yapar. 1597'de başladığı bu resimleri, 1601'de bitirir. Bu arada Santa Maria del Popolo kilisesi için, aynı yıllar içinde, "Ermiş Petrus'a Yapılan İşkence" ile "Ermiş Paulus'un Din Değiştirmesi" adındaki tablolarını da bitirir.

Gerçek Meta Serisinden olan "Ermiş Meta ve Melek", bu son iki tablo iki kilise ilgilileri tarafından, ermişler sokak adamı kılığıyla gösterildiği için reddedilir.

Hayatı kargaşalıklar içinden geçen, kavgacı yaradılışı yüzünden adam hançerleyen, hapse girip çıkan, Malta'ya kaçan; bu arada Alof de Vignacourt'un tam boy bir portresini yapan, ama gene de olaylara sebep olan, buradan da kaçmanın yolunu bulan Caravaggio, 1609'da Napoli'ye döner. Yeni serüvenler başlar, sık sık gittiği bir meyhanede, bu defa Carmen askerleriyle dalaşırken ağır surette yaralanır. Affedilmesi üzerine, deniz yoluyla Roma'ya giderken ateşli bir hastalığa yakalanarak, 37 yaşında ölür. Kısa hayatının bu kadar karışıklıklarla dolu yılları içinde, irili ufaklı birçok eser vermiş olması şaşılacak şeydir. Sağlığında, gerçeği gibi anlaşılmayan, ama gene de aranan Caravaggio'nun sanat alanındaki etkisi derin olmuştur.

Onun gerçek değeri, kelimenin tam anlamıyla, 40-50 yıldan beri anlaşılmış bulunmaktadır. Bugün, Caravaggio'yu, Rönesans'ın en büyük ressamlarıyla bir tutanlar vardır.

Canaletto

Butler, Theodore

Bruegel, Pieter, the Elder



Titian'ın yumuşak kadifeler, altın yaldızlar içinde yarattığı şahane güzellikte kadınları, efsanevi kahramanları ve nihayet ilahları geride bırakarak, elle tutulur, gözle görülür insanların, yani fani varlıkların neşe ve ıstırabını dile getirmiş bir insanın memleketine gidiyoruz. Nerede doğduğu ve ne zaman doğduğu hep tahminden ibaret. Ama ne önemi var? Onun insanlığı bıraktığı eserin zaman ve çevre ile hiçbir ilgisi yoktur. İnsanlar yaşadıkça onun sanatı da bütün canlılığıyla yaşayacaktır. Resimleri dış görünüşleri itibarıyla insanı belki de güldürür, ama dikkatle bakıldığı zaman derinliklerinde yatan tüyler ürpertici dram karşısında bu tebessüm bir anda kayboluverir. Bu resimlerde güzel prenslerin yerini ablak yüzlü köylüler, meleklerin yerini dilenciler, efsane kahramanlarının yerini de körler, sakatlar almıştır.

Pieter Bruegel'in hayatı hakkında söylenebilecek söz pek azdır. Aslında hepsi tahmine dayanır. Bu itibarla bizce önemli olan, Bruegel'in şahsı değil, eserleridir. Bütün yaratmalarını topu topu yedi sene içine sığdırmış olmakla beraber, bunlar muhteva bakımından zamanla ölçülemeyecek kudrette beşeri duyguların dehşet verici bir muhasebesidir.

Pieter Bruegel'in 1525 yılında doğduğu tahmin edilir. Doğum yeri kati olarak bilinmemekle beraber, Brabant Eyaleti'nin kuzeyinde bulunan Hertogenbosch civarındaki Bruegel köyünde doğmuş olması en kuvvetli ihtimaldir.

Sanatçının hayatı ile ilgili olarak bugün elde bulunan tek vesika, 1551 yılında, Anvers Şehri Ressamlar Birliği'ne kabulünü gösteren varakadır. Bu kağıtların altında kendi el yazısıyla Pieter Bruegel imzası okunur. İtalya'ya bir seyahat yaptığı bilinmekle beraber bu seyahatin kati tarihi de meçhuldur. 1567 yılında Ludovic Guichardin tarafından yazılan «Descrittione di tutti i Paesi Bassi» isimli esere göre bu seyahatin 1551 ile 1555 yılları arasında yapılmış olması gerekir.

Dönüş yolunda Lyon şehrinde kısa bir durak yaptıktan sonra, tekrar vatanına gitti ve Hieronymus Cock'la birlikte manzara gravürleri üzerinde çalıştı. 1562 yılına kadar sadece bu sanat kolu ile meşgul olduktan sonra birdenbire yağlıboya resme heves etti. Ölünceye kadar da başka şeyle uğraşmadı. 1563 senesinde Pieter Coeck'ün kızıyla evlendi. Bu adamın, sanatçının hocası olması muhtemeldir.

Bruegel ve karısı, ertesi yıl Brüksel'e giderek, orada yerleştiler. Şehir Meclisi o sıralarda, sanatçıya Brüksel - Anvers kanalının açılış töreni ile ilgili bir resim sipariş etti. Fakat Bruegel bunu yerine getiremeden 1569 senesinde hayata gözlerini yumdu.

Et ve kemik olarak Bruegel bundan ibaret. Çizgi ve renk Bruegel'ini anlatmaksa ciltlerle tükenmez.

Bruegel devrinde hem sevilmiş, hem de çoğu sanatçı gibi alay konusu olmuştur. Hollandalı tenkidci Karel van Mander, resimleri hakkında şöyle yazar: Aralarından sadece birkaçına insan gülmeden veya en azından tebessüm etmeden bakabilir... öte yandan bu yepyeni ifade tarzını benimsemiş insanlar da vardı, hatta pek çoktu. Flaman ülkesinin en ünlü din adamı, Kardinal Antoine Perrenot de Granvelle, sanatçı daha hayatta iken, resimlerini büyük zevkle kolleksiyonuna katmış, Niclaes Jonghelinck adındaki Anversli zengin kişi de eserlerinden on altısını çok yüksek fiyatla satın almıştı. Çağdaş fikir adamları çevrelerinde de sanat tepki yaratıyordu.

Tuhaftır, Bruegel'in resimleri 16. ve 17. Yüzyıllar boyunca ilgi topladığı halde, 18. Yüzyılda adeta unutuldu. 19. Yüzyılda ondan sadece Baudelaire hayranlıkla bahseder. Ama romantizmin sathi ihtişamı, bu derin sanatı gene de ezemedi. Böylece 1890 yılından itibaren Bruegel, dünya sathındaki büyük yerini iyice aldı. Bugün o parmaklarla sayılacak kadar az dahiden biri olarak kabul edilmektedir.

Brueghel'in hayatı beyaz üzerine siyah yazılı vesikalardan mahrum olduğu için, hakkındaki tahminler çok değişiktir. Resimlerine ana konu olarak köy hayatını işlediği için, köylü olduğu iddia edildi. Öte yandan kısa müddet İtalya'da bulunduğu için, Rönesans sanatının, hatta Eflatun felsefesinin bir temsilcisi olarak kabul edildi. Oysaki, Bruegel, İtalya'ya sırf Rönesansı incelemek ve sanatında bu cereyana karşı sonradan cephe almak için gitmişti. Köylüleri konu olarak ele alması, bu saf ve şuurlu sanatçı için tabiidir. Bruegel, Aldos Huxley'in Along the Road isimli eserinde bahsettiği gibi, İçtimai bir filozof ve ırkçı değilse bile, mükemmel bir komedi ve trajedi şairi, o nispette de içinde yaşadığı çevrenin kudretli bir karakter tahlilcisidir.

Pieter Bruegel'i çağdaşları, Flaman Okulu'nun diğer temsilcileriyle kıyaslarlar. MEsela Jèrome Bosch veya Jean van Eyck ile. Birincisiyle belki bir bakıma müşterek tarafları olabilir. Bosch hakikaten Flandre'da kilise geleneklerini çiğneyerek dini ve ahlaki konuları dilediği gibi işlemiş ilk sanatçıdır. İlhamını doğrudan doğruya halkın duygu aleminden çekip çıkarmıştır. Oysaki Bruegel, hiçbir zaman kiliseler için resim yapmadı. Teknik yönden de kem Bosch, hem de Van Eyck'ten çok farklıdır. Kullandığı renk dizisi çok daha canlı ve saftır. Bundan başka Bosch hep azizler ve iblislerle uğraştığı halde Bruegel, bunlardan nefret ederdi. Onun için en çekici konu, günlük hayattı; bütün çıplaklığı ile günlük hayat. Sanatçının yaratmalarında kimsenin çözmediği sır, mükemmel perspektif bilgisine rapmen, resimlerine kattığı sayısız figürleri, ne maksatla bir satıh halinde işlediğidir. Diğer taraftan bu tarz, sanatçının Rönesans'a karşı almış olduğu cephenin belirgin bir örneğidir. Zamanının hayatını canlandırdığı halde, Orta Çağ'ın ifade unsurlarında kurtulamamıştır. Bu, sanatçının Rönesans sanatının perspektif kurallarını kabul etmediğini gösteriyor.

Bruegel'in kısa süren sanat hayatında önemli bir yer alan bir olay da, Flandre Eyaleti'nin İspanyollar tarafından işgalidir. Sanatçı, hürriyetini kaybetmiş memleketinde siyasi kurbanları kendine has üslubu ile çok güzel ifade etti. Bruegel'in bugün mevcut eserleri dışında yaptığı birçok resmi ölümünden önce, karısına yaktırdığı söylenir. Bunlar arasında işgal senelerinden kalma çalışmaların da bulunduğu muhtemeldir.

Daha önce Bruegel'in resimlerine şekil olarak mizahın hakim olduğunu söylemiştik. Bu şekiller ne İtalyan sanatı gibi ideal güzelliği aramak, ne de Bosch gibi acayip konuları ifade etmek için işlenmiştir. Şekillerde bir ihtişam yoktur, ama yakından bakıldığı zaman her birinde ayrı ayrı, neşenin, ıstırabın, sefaletin veya saadetin izleri görülür. Bu ruh haleti bu küçücük figürlere hayret verici bir ustalıkla işlenmiştir. Sanatçı bu kahramanlarını çizerken, onlara şahsi ahlak ve estetik anlayışını vermekten kaçınır. O, sadece güzel ile çirkin, iyi ile kötü, asil ile sefil arasında bir realite bağı kurar. Bu hakikati bulup çıkarmak seyirciye düşen iştir. Olay, bu kompozisyonlarda tek bir kişinin etrafında dönmez. Neşe ve ıstırabı yüzlerce insan paylaşır.

Bruegel, bu kompozisyonlarını yapmadan önce, sadece manzara ressamı olarak tanınmıştı. İtalya seyahati esnasında çizdiği karalamaları vatanına dönünce tuale döktü. Bu manzaralarda güneyin parlaklığı ile, kuzey semasının donukluğu, sanki kucak kucağadır. Bu senelerde yaptığı ve İsa Peygamber Tibariye Gölünde Müritleri Arasında isimli tabloda figürler, muhteşem manzara içinde sanki eriyip kaybolmaktadır. Sanatçının bundan sonra ele aldığı manzaralardan en önemlileri, Napoli Körfezi, İkar Şehrinin Düşüşü ve Fırtına isimli resimlerdir.

Bruegel, kendisini şöhrete ulaştıran figürlü kompozisyonlarını yapmak için günlerce kahramanların arasına karıştı, onlarla birlikte yedi, içti, yattı, kalktı. Bu «Resimli Masalları» hep bu birbirine zıt tiplerin uzun uzun incelenmesinden sonra meydana gelmiştir. Bu alanda en kudretli eserleri arasında Ölümün Zaferi'ni sayabiliriz. Bu canlılarla ölülerin bir meydan savaşıdır.

Ölümünden dört yıl önce aldığı bir sipariş üzerine yaptığı Aylar serisinden bugün için ne yazık ki, elde sadece beşi kalmıştır. Bunlar sırasıyla Ocak (Kış mevsiminde avcılar), Şubat (Bulutlu gün), Temmuz (Tarla) ve Ağustos (Hasat zamanı)'tur.

Ağustos resmine hakim olan sarı renk, mevsim için çok semboliktir. Kompozisyonun teksif noktası ön plandaki ağaç ve gölgesine sere serpe yayılmış köylüler topluluğudur.

1566 yılının mahsulü olan Bethlem Sayımı buna mukabil bir kış manzarasıdır. Bruegel'in büyük ustalığına, manzara ile figürleri bağdaştırmasına, bu en mükemmel örnektir. Karla kaplı meydanlıkta fakir halkın sayım memurunun bulunduğu yere doğru ilerlemesi en hüzünlü ve duygulu tarzda ifade edilmiştir. Sadece Bruegel gibi bir dahinin beyninden çıkabilecek bir özelliğe gene bu resimde şahit oluyoruz. Kalabalık arasında konu işle hiç ilgisi olmadığı halde Hazreti Meryem'de vardır. Ama kimse bunun farkında değildir.

1567 tarihini taşıyan Kokanya Diyarı isimli resimde ise, eski bir halk efsanesi en mükemmel şekilde hayat bulmuştur. Armut piş ağzıma düş misali kuş sütü dahil her şeyin bulunduğu Kokanya diyarında bir asker, bir köylü ve bir kâtip, midelerini iyiden iyiye doldurup, oracıkta sızmışlardır. Bruegel'in kuş bakışı göründüğü bu resimde, insanın eninde sonunda sadece mideden ibaret olduğu ifade edilir. Sanatçı, her meslek erbabına ayrı birer sembol işlemiştir. Kitap ile gözlük, orak ve mızrak gibi. Manzaradan burada vazgeçmiş, onun yerine uçan, nar gibi kızarmış tavuklar, ayaklı yumurtalar, kendiliğinden yürüyen pastalar, tamamlayıcı teferruat olarak işlenmiştir.

Ölümünden bir yıl önce bitirdiği Körler Hikayesi insanlık dramının en dehşet verici örneğidir. İncilden alınan konu, bahtsız bir körler topluluğunun perişan bir durumda ölüme doğru ilerlemelerini canlandırır. Bu zavallılar kümesi karşısında irkilen insanın tüyleri diken diken olur. Sanatçı, resmin gerisine sembol olarak bir kilise işlemiştir. Bununla, ölenle ölünmez demek istemektedir. Onlar, mezara giderken, bu kilisenin çanı ertesi sabah yeni bir günün başlangıcını müjdeleyecektir.

Bruegel, sanatçıların en realisti ve en beşerisidir. Bu itibarla insanlar yaşadıkça, onun sanatı da bütün canlılığıyla yaşayacaktır.

Braque, Georges

Boudin, Eugene

Botticelli, Sandro

Bosch, Hieronymus van der

Blake, William



1757 londra da doğmuş olan ingiliz şairi , gravürcüsü ve ressamıdır.küçük yaşta şiir yazmaya ve gravür yapmaya başlayan william blake , 15 yaşlarında iken gravürcü james basire nin yanına çırak olarak girmiştir.boş zamanlarında westminster manastırındaki oymaların resimlerini yapmış , bir yandan da babasının kitaplığındaki yazarların , azize theresa , fenelon , jacob boehme gibi gizemci yazarların yapıtlarıyla kendini yetiştirmiştir.1783 yılında ilk şiirlerini yayınlamış ve daha sonra 1790’a doğru sanat tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir çalışmaya başlamış ve songs of innocence adlı şiir yapıtını basımcılara vermeyerek gravürünü yapmaya ve çoğu renkli olan resimlerle süslemeye başlamıştır.1795 yılında şair young ın nights adlı yapıtının sayfa kenarlarını beşyüzden fazla resimle , 1803 yazdığı milton and jerusalem adlı destansı şiirlerini de gravürlerle süslemiştir.1820 lerden sonra da yazmayı sürdürmekle beraber gravüre daha çok önem vererek romantik sanatın en şaşırtıcı başyapıtlarından birkaçını ortaya koydu.bunlar arasında vergilius un bucolice sını süslemek için yaptığı tahta üstüne gravürler , dante alighieri nin divine comedy si için yaptığı çoğu taslak halinde yüz kadar suluboya resim , yobenin kitabı için yaptığı gravürler sayılabilir.yobenin kitabı için yaptığı 21 gravürde blake , gece-gündüz diyalektiği içinde cennet-cehennem diyalektiğini mükemmel bir biçimde vermiştir.dante alighieri nin divine comedy için de aynı diyalektiği vermiş ancak üstad bu sefer renklerini konuşturmuştur.

1827 yılında londra da ölen ustanın etkisi 19. yüzyıl sonlarında ve günümüzde artmıştır.ömrü boyunca kısıtlı bir dost ve öğrenci çevresi dışında sesini duyuramayan ustanın yapıtları gerek gravür gerek resimde akılcılığa karşı sürekli bir protesto oluşturmuştur.

29 Ekim 2006

Bacon, Francis



francis bacon 22 ocak 1561'de londra'da doğdu. babası sir nicholas bacon kraliçe elizabeth'in mühür lordu, annesi ann ise sir anthony cook'un kızlarından biriydi. daha çocukken çok ciddi davranması nedeniyle kraliçe elizabeth, onu "küçük mühür lordu" diye çağırırdı. bir öyküye göre bir gün kraliçe kendisine kaç yaşında olduğunu sormuş. bacon da "haşmetmeabınızın uğurlu saltanatından iki yaş daha genç" yanıtını vermişti. 1573 yılının nisanında cambridge üniversitesi'ne gönderilmiş ve on altı yaşına kadar orada okumuştur. öğrenimi sırasında aristo felsefesinden hoşlanmamaya başlamıştı. "filozofun değersizliğinden dolayı değil, felsefesinin verimsizliğinden, yalnızca tartışma ve kavgalara yol açmasından, insan yaşamı için yararlı yapıtlar yaratma bakımından kısır olmasından dolayı" beğenmediğini söylüyordu. yaşamı boyunca hiç değiştirmediği bu kanısı, onun daha sonraki felsefi durumunu belirlemede önemli rol oynadı.

1576 haziranında hukuk öğrenimini bitirdikten sonra "devlet yönetme sanatını" öğrenmesi için fransa'ya gönderildi. babasının öldüğü 1579 yılına kadar orada kaldı. sonra ingiltere'ye dönerek avukatlığa başladı.

1584'te parlamento'ya girdi. rüşvet almaktan yargılanıp suçlu bulununcaya kadar oradaki görevini sürdürdü. güzel konuştuğu, arkadaşı büyük yazar ben jonson'un şu sözlerinden anlaşılıyor: "hiç kimse ondan daha yalın, özlü ve anlamlı konuşmuyordu, ağzından hiçbir zaman anlamsız ve saçma bir söz çıkmazdı. söylevlerinin her bölümünde ayrı bir güzellik vardır. dinleyenler bir sözcüğünü bile kaçırmamak için öksürmezler ya da gözlerini ondan ayıramazlardı... onu dinleyen herkes sözünü bitirecek diye korkardı."

bacon, 1506'da oldukça zengin bir adamın kızı olan alice barnham ile evlendi. düğünleri çok gösterişli oldu. çağdaş bir yazara göre bacon, "tepeden tırnağa kadar erguvan rengi giysiler giymiş, kendisi ve eşi için bir sürü altın ve gümüş sırmalı giysi diktirmiş, karısının getirdiği servetin büyük bir bölümünü bunlara harcamıştı". bu, onun ev yaşamında gösterişi ne kadar sevdiğini gösterir. bacon'ın özel papazı dr. rawley'e göre "evlilik yaşamı karşılıklı sevgi ve saygıya" dayanıyordu. fakat bacon, vasiyetnamesinde karısına bıraktığı çok büyük serveti, sonradan yaptığı ekle, "haklı ve çok önemli nedenlerle" geri almıştı. bu nedenlerin içeriği henüz açıklanmamıştır.

bacon'ın siyasal yaşamı yazından çok tarihi ilgilendirir. kraliçe elizabeth zamanında kendisine hiçbir büyük memuriyet verilmedi. çünkü akrabaları olan ve o dönemde yönetimi ellerinde tutan cecil ailesi, her zaman ona karşıydılar. bundan başka kraliçe, parlamento'dan büyük bir ödenek istediği zaman bacon, şiddetle karşı çıkmış, onu gücendirmişti. elizabeth'in gözdesi olan essex lordu bile en gözde olduğu dönemde bütün çabalarına karşın kraliçeden onun için yüksek bir orun elde edememişti. kendisini her zaman korumuş, büyük bir malikane vermiş olan bu cömert adamı, bacon, kraliçenin gözünden düştükten sonra, idama mahkûm ettirmek için elinden geleni yapmış, ihanet ve tutkusu yüzünden ismini sonsuza kadar lekelemiştir. saraya bir köle gibi bağlı olması ve hizmet etmesine karşın kendisine yine de hiçbir memuriyet verilmemiştir.

james i. tahta çıkınca durum değişmiş, bacon bundan sonra hızla ilerlemiştir. 1607'de başsavcı, 1617'de adalet bakanı olmuş, 1618'de baron verulam sanıyla soylular arasına alınmış, altı ay sonra da buna viscount st. albans sanı eklenmiştir. fakat bunlar, bütün ömrünü memuriyet dilenmek, yaltaklanmak ve dalkavuklukla bir şeyler elde etmeye uğraşmakla geçiren bacon'a geç gelmişti. yazgısı onu, daha iyi vurmak, düşmesinin şiddetini daha da artırmak için bu yüksek konumlara çıkarmışa benziyor. adalet bakanı olarak görevini kötüye kullanıyor, dostlarına yüksek orunlar veriyor, rüşvet ve armağan alıyor, haksızlıklara göz yumuyordu. sonunda hakkında parlamento soruşturması açıldı. yargılanmasında, bacon, suçlarını açıkça söyledi, fakat bunları dönemin bozukluğuna bağlayarak yargıçlarının acımasını diledi. her türlü devlet memurluğunun yasaklanmasına, yaşamının sonuna kadar londra kalesi'nde tutuklu kalmasına ve para cezası olarak da kırk bin ingiliz lirası ödemesine karar verildi. ertesi gün kral kendisini özgür bıraktırdı. para cezasını da erteletti. bacon, bunun üzerine st. albans yakınlarındaki malikanesine çekildi. kendi kişisel serveti ve kralın kısa bir süre önce bağladığı yılda bin iki yüz lira tutan emekli aylığıyla yaşamaya başladı.

bacon, haklı olarak mahkûm edildiğini kabul ediyordu. "ben rüşveti savunmaktansa rüşvet veren bir kimse olmayı yeğlerim. elli yıldan beri ingiltere'nin en adil yargıcı ben oldum. fakat iki yüz yıldan beri de parlamento, benim hakkımda verdiği karar kadar haklı bir karar vermedi." aynı zamanda verilen cezanın ülkede adaletin yararına olduğunu kabul ediyor ve "bundan böyle bir yargıcın veya memurun büyüklüğü onun suçu için bir sığınak olmayacaktır. bu benim için az avunulacak şey değildir. birkaç sözcükle anlatmak gerekirse, bu altın çağın başlangıcıdır" diyordu.

çekildikten sonra da hiçbir zaman yeniden memuriyet yaşamına girmekten umudunu kesmedi. "hastalık ve yaşlılığında bile özel yaşayışa dayanamıyordu." bir pervanenin ışığa çekilmesi gibi her zaman kendi acısının kaynağına dönmek istiyor, fakat bir memuriyet almak için yaptığı bütün başvurular geri çevriliyordu.

görevden çekilmesinden ölümüne kadar, kendini tümüyle yazına ve bilime verdi. zaten, işle dolu bir yaşam sürmesine karşın, inceleme ve araştırmalarını büsbütün savsaklamamıştı. "tarih", "de augmentis", "yeni atlantis" ve "denemeler"inin üçüncü basımını bu dönemde hazırladı. "bilginin ilerlemesi", "novum organum" ve "denemeler"in birinci ve ikinci basımları daha önceki döneminindir.

bacon, beş yıl sonra 9 nisan 1626'da, altmış beş yaşındayken bronşitten öldü. karlı bir kış günü arabasıyla giderken bir kulübenin önünde durarak sahibinden bir tavuk satın aldı. hemen oracıkta kestirdi. kendi eliyle tavuğun içini karla doldurdu. soğuğun eti kokmadan ve bozulmadan koruyup koruyamayacağını öğrenmek istiyordu. bu deney yaşamına mal oldu. ansızın hastalanınca arkadaşı lord arundel'in evine götürüldü. lord, evinde yoktu, bir hizmetçi hemen bir yatak hazırladı. hastayı yatırdılar. fakat çarşaflar nemliydi. bacon daha da kötüleşti, yaşlılığı ve zayıflığı yüzünden iyileşemedi.

st. albans kasabasında bir kilise mezarlığına gömüldü.

Altdorfer, Albrecht



Alman Ressam ve yayımcı. İki ağaç oymacısı Durer ve Mantegna ile bağlantı kurduğu yer olan Avusturya'da öğrenim gördü. Bununla beraber kariyerinin geri kalan kısmını, Regensburg'ta geçirdi ve burada din ve tarih konusunda ihtisas yaptı. Yenileşme çağındaki diğer sanatçılar gibi, çalışmalarındaki peyzajlarda dini görüşü yansıtan öğelerin vurgusu daha azdı ve Altdorfer, Danube Ressam Okulu'nun en önemli temsilcilerinden biriydi. Onun en önemli çalışması, Battle of Issus (1529, Münih, Alte Pinakothek) idi. Bu çalışma, ruhlarını sonsuzluğa teslim eden, panoramik peyzajlar ve binlerce ufak figür kullanan, savaş resimlerinde yeni bir gelişime neden olan bir çalışmaydı. Bu peyzaj, figürlerin, olduğundan daha çok karakteristik özellikler göstermesini sağlayan bir çalışmaydı.

Bouguereau, William Adolphe



William Bouguereau (Adolphe adını kullanmazdı) Fransa’nın atlantik kıyısındaki La Rochelle’de, 30 Kasım 1825’de doğdu. Çok erken bir yaşta resime ilgi duymaya başladı. Denir ki tıpkı Mozart gibi o da daha çok küçük yaşta resme olağanüstü bir yetenek gösterirdi.

Önce şarap, ardından da zeytinyağı tüccarları olan Bouguereau ailesi, genç William’ın da aile işine girmesini istediler. O da girdi. Bir müşteri babasını genç Bouguereau'yu Güzel Sanatlar’da okutmaya inandırdı. İzleyen yıllarda Bouguereau iş ve çalışmayı birlikte götürdü; resim yapmak için sabahın erken saati ve akşamın geç saatleri onundu. Bunun yanısıra reçel ve konserveler için etiketler yaparak ek para kazanıyordu. 1844’de yalnızca iki yıllık yarı-zamanlı öğrenime karşın genç Bouguereau beti çiziminde bir birincilik aldı. Artık geleceğinden hiçbir kuşkusu kalmamıştı.

Gene de sanat dünyasının özeği Bordeaux değil, Paris’ti. Bouguereau’nun babasının durumu da onu oraya göndermeye el vermiyordu. Bunun üzerine bir papaz yardımcısı olan amcası devreye girip belirli bir ücrete karşılık kendi bölgesinde (parish) yaşayanların resimlerini yapmasını istediğinde Bouguereau bu işi kabul etti. 33 adet portre ona 900 frank kazandırdı. Bir teyze kalan eksiği tamamladı, ve 1846’da Bouguereau 21 yaşında Paris’in yolunu tuttu. Bordeaux’da yaşayan Alaunx’un salık vermesiyle Bouguereau François-Edouard Picot’nun stüdyosuna kabul edildi, ardından da Paris’in Güzel Sanatlar’ına. O sıralar Paris’teki akademi tüm genç sanat öğrencilerinin resmi kabul görebilmek için hedefledikleri okuldu.

19. yüzyılın birçok ressamı gibi Bouguereau da biçem ve uygulayım konusunda kendini dikkatle eğitti. Klasik yontmacılık ve ressamlıkla ilgilendi ve bu alanlarda kendini geliştirdi. Kendini Raphael'in bir öğrencisi sayar ve İzlenimcilerin çalışmalarını olsa olsa bitmemiş taslaklar olarak görürdü. Bu açıdan Ön-Rafaelitlere yakın durduğu söylenebilir.

Bir resmi çizmeye başlamadan önce nesnesinin tarihini iyice gözden geçirir ve resmin sayısız taslağını tamamlardı. Erken resimlerinin çoğu klasik tarih ya da mitolojiden alınan çıplak betiler ve dinsel konular üzerineydi. Renk sayısının düşmesi ve çocuk resimlerine yönelmesi yaşamının daha sonraki dönemlerine rastlar.

Öldüğünde Bouguereau yedi yüzün üzerinde resim tamamlamış, ün ve varsıllık elde etmişti. Yine de zor günlerini hiçbir zaman unutmadığı, gizlice genç sanatçılara kendilerini geliştirmelerinde destek olmayı sürdürdüğü bilinir. Çocukları portrelemedeki sıcaklığı, uygulayımsal yeteneği, klasiklere olan bağlılığı, ve usta renk kullanımı Bouguereau'un resimlerinin en dikkatçekici yanlarıdır.

Kaynak: http://www.felsefeekibi.com/forum/